ÖYKÜ 

BADEM AĞAÇLARI

Demek ki – ben Sebastian Knight’ım” – Vladimir Nabokov, ‘Sebastian Knight’ın Gerçek Yaşamı

Ahmet Sipahi, badem ağaçlarının çıplak dallarını karların örttüğü bir kış günü doğdu. (İlk satırın böyle bir kesinlik arz edeceğini kırk yıl düşünsem aklıma getirmezdim. Oysa doğduğu mahalleye yeniden gitmem, o zamanın bütün hamile kadınlarını elinden geçiren mahallenin meşhur ebesiyle biraz sohbet etmem [Kadıncağız divanda oturmuş sokaktan gelip geçenleri izliyordu, gelini bize iki sade kahve yaptı, gerçek adını söyledim, Ahmet’in annesinden, babamızdan söz ettim; gözleri yılların yorgunluğunu taşıyan yüzünün ortasında çakmak çakmak yanıyordu, hastaneye yetiştirememişler, bir koşu gitmiş, Süreyya çığlık çığlığaymış, doğuracağını o vakit anlamış, tereyağından kıl çeker gibi halletmiş; ne zamandı diye soracak oldum, gözleri odanın içinde yabancı bir nesneyi arar gibi dolandı, beyaz tülbendine bahar akşamının çiyleri hafifçe konuyordu; bademler, dedi, çiçek açmamışlardı, hava da soğuktu, hem de ne soğuk; babam ona yüklüce bir bahşiş vermiş, kadıncağız da parayı hemen yeni evlenmiş olan oğluna göndermiş.] bana bu kesinliği yılların içinden sürüyerek de olsa getirmemi sağladı. Ahmet, bu halimi görse şüphesiz bana sitem ederdi. Neden, diye sorulacak olursa: Çünkü onun dünyaya bakışında böyle bir şeye yer yoktu. Birtakım insanların şahitliğiyle yola çıkmak, bu şahitlerin yönlendirdiği yolun başında bir süre ne yapacağına karar veremeden beklemek, duraksamak, gösterilen yolun aydınlığının tedirginlikle beraber alaca karanlığa dönüşümünün farkına varmak, ilk adımı atmanın telaşına kapılmış halde oyalanmak, gökyüzüne, ardıç kuşunun ardında mavimsi bir duman bırakarak uçtuğu yöne bakakalmak, yeni çiçek açmış yaseminlerin kokusunda başka bir dünyanın yeni yeni soğuyan kayaçlarının sıcaklığını hissetmek, gelecekle geçmişin, ileriyle gerinin, başlangıçla sonun birbirinden ayrılmakta kararsız kaldıkları o sınır bölgesinde dolanıp durmak. İşte, bütün bunlar Ahmet’in bir çırpıda, belki üzerinde bir saniye bile düşünmeden kaldırıp yolun kenarına fırlattığı şeylerdi. O her zaman kendi varlığının derinliklerinden aldığı belirsiz bir gücün etkisinde yaşardı. Bu öyle bir güçtü ki çevresindeki kim olursa olsun büyüler, her olay ve şart karşısında değişen bir cezbedicilikle ışıl ışıl yanar, asla ve asla sönmek nedir bilmezdi. İleriki satırlarda da bahsedeceğim bir görüşmede, bunu benzer sözcüklerle uzun bir süre birlikte olduğu Şerife de dile getirmişti. Kırmızı kadife koltuğun ucunda oturmuş, beni gördüğüne, daha doğrusu benim kim olduğumu öğrendiğine ve birden ortaya çıkmış olmama şaşkın, beyaz çay fincanını dudaklarına çabuk çabuk götürüp getiriyor, belli ki söze nereden başlayacağını bilemiyordu. “Ahmet’le görüşmeyeli [Ahmet’i unutalı!] çok oluyor. [Neden böyle bir şey söyleme ihtiyacı hissetmişti ki?] Artık evli bir kadınım. [Hep Ahmet’e karşı kendini savunmalar.] Kocam da birazdan gelecek. [Çabucak gitmemi mi istiyorsun, Şerife? Oysa gözlerinde ondan bahsetmek için yanıp tutuşan bir kadın görüyorum. Ve bu kadın onun peşinde geçip giden dakikaların birinden bile pişmanlık duymuyor. Korkma, Şerife!] Ahmet, hayatıma çabucak girdi. [Ama çabucak çıkmadı.] Bilemiyorum. [Bir çay daha dolduruyor kendine.] Ondan nasıl bahsedeceğimi bilemiyorum. Bakın, aslında size onun hakkında hiçbir şey anlatamam. [Sinirli hareketler, genişleyip daralan burun delikleri, birbirini arayan eller.] Lütfen, sizinle böyle bir şeyi paylaşamam. Hele ki bu paylaşacağım şeyler bir kitabın malzemesi olacaksa. Sizinle hiç görüşmedik, sizinle hiç tanışmadık. Lütfen, yanlış anlamayın ama gitmenizi istirham etmek durumundayım.” demişti; Ahmet hakkında tek kelime bile etmemişti ama birkaç dakika içinde bana kocaman bir aşk serüvenini bütün ayrıntılarıyla kaçamak da olsa ifşa etmişti. Nasıl mı? O dönem Şerife’nin yakın arkadaşı olan, şimdilerde de ara sıra buluşup görüştüğü Nadide, biraz tez canlı bir kızdı. Yaşadıklarını sözcüklere dökmek konusunda bir an bile tereddüt etmeyen o sevimli gevezelerdendi, demek istemiyorum ama belli ki yakın arkadaşının yaşadığı aşk serüvenine imrenmiş, imrenen her insan gibi imrendiği şeyi korkunç bir gözlem gücüyle belleğinin en derin yerlerine nakşetmişti. Fakat bu nakşediş onun gibi bir kadında her daim dışarıya çıkmak, kendini insanların yüzlerindeki ifadelerde aksettirmek için fırsat kolluyordu. Onunla Şerife’nin yanına gitmeden birkaç gün önce bir pastanede buluşup çilekli dondurma yemiştik. Sonra sohbetimiz uzayınca üstüne birkaç bardak da çay içmiştik. Ahmet’in, Paris serüveninde yaşadığı aşka denk gelen bu ufak tefek, sevimli kadına dikkatle baktım. Paris’te üniversite okuma şansına erişmiş bir kadından beklenen hiçbir şeye cevap veremeyen hal ve hareketlerini, abartılı samimiyetini, adeta liseli bir genç kızın güzelliğini andıran güzelliğini uzun uzun inceledim. [Şimdi Şerife’nin Nadide’ye göre çok daha olgun olan hareketlerinin ayırdına iyice varıyorum.] İnce ıslak dudaklarından çıkan sözcükler, yoğun bir canlılığın kendini azar azar ele verişiyle doluydu. Büyük gazetelerden birinde çalışıyordu. [Ne hakkında yazdığını sormadım, o da buna cevap vermek ister gibi değildi zaten.] Benim karşısına aniden çıkmam, [Nedense herkes böyle söylüyordu.] çoktan beridir aklına bile getirmediği bir yaşantıyı [Yaşantı mı?] yeniden bilincine çağırmasına neden olmuştu [O an kültür sanat sayfasında yazdığına inandırdım kendimi.]: “Ahmet’le Şerife, Paris’te onlarla tanıştığımda, Türkiye’den uzakta kendilerine yeni bir dünya yaratmış gibiydi. Bu dünyaya dışarıdan birinin katılabilmesi, içine girip o dünyayı etkileyebilmesi bir hayli zordu. En başta ilişkilerinin adeta bir heykelin donuk ritimlerine uyum sağlayan bir şekillenişi vardı. Cumartesi sabahı kahvaltıyı nerede yapacakları, romantik bir akşam yemeği için nerede buluşacakları, Şerife’nin Ahmet’in yazdıklarını ne şekilde temize geçireceği, birlikte uyandıkları bir sabah hangi kuşların sesine kendilerini kaptıracakları sanki baştan belirlenmiş gibiydi. Bunun kulağa tuhaf geldiğini tahmin edebiliyorum ama hissettiğim şey tamamen böyle bir şeydi. Şerife kimi zaman onun yanında kalıp, okulun ikinci sınıfından itibaren birlikte yaşadığımız Notre Dame’ı cepheden gören küçük, bakımsız dairemize her geri döndüğünde Şerife’nin giderek yok olduğunu, daha doğrusu azalıp bittiğini görerek ürperiyordum. Aralarındaki uyum, hayat dolu olmaları; hayır, anlatmak istediğim farklı bir şey. Paris’te bile onlara imrenmeyecek bir çift bulamazdınız. Kendilerine tamamen yabancı bir dünyada böyle bir şeyin olmasını her zaman ilginç bulmuşumdur, aslına bakarsanız biraz da kıskanmışımdır. O zaman sevgilim olan Gustave’ın bile dikkatini çekmişti bu durum. Nereye gitseler etraflarında çekici bir duvar oluşturmayı başarıyorlardı. [Duvar doğru kelime!] Ahmet, iç dünyası hakkında neredeyse en ufak bir ipucu bile vermeyi sevmezdi. Belki de onu-onları çekici kılan bu gizem duygusuydu. [Ahmet hakkında varılan bu basit yargıları duysa ne derdi, tahmin edebiliyorum! Şerife, Nadide gibi kadınlardan nefret etmeye belki de ta Paris’te başlamıştı, ama bunu asla yüksek sesle dile getirmedi; çünkü o asla kırıcı olmadı, olamazdı da!] Bir gün hep beraber sinemaya gitmeye karar verdik. Onlar öyle bir çiftti ki yanlarında binlerce kişi olsa bile orkestranın kısık sesine göre hareket etmeyi bilirlerdi. Savaş dönemi sonrası Avrupa’sının bunalımlarından bahseden biraz ağır tempolu bir filmdi. Birden garip bir şey oldu. Ahmet yüksek sesle bir şeyler söyleyerek [Sanırım Fransızcaydı, hatırlamıyorum.] ayağa kalktı, sonra o güne dek duyduğum en korkunç kahkahalardan birini attı, çıkıp gitti. Şerife son anda onun elini tutmak istemiş ama Ahmet bu eli şiddetle geri çevirmişti. Şerife bir an duraksadı, sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı ve hiçbir şey söylemeden Ahmet’in peşinden gitti. Ahmet’in öfkesinin ve alaycılığının [Alay, doğru sözcük!] bu raddeye gelmiş olması beni açıkçası korkutmuştu. Bilemiyordum. [Ona Ahmet’in yazdıklarını okuyup okumadığını soracak oldum, sonra vazgeçtim.] ‘Zor Zamanlar’ adlı kitabındaki erkek kahraman [Ahmet’in ilk kitabı ‘Zor Zamanlar’dan burada birazcık bahsetmek gerekecek sanırım. Yirmi beş yaşındayken yayımlanan, onlarca yayınevinin reddettiği bu ilk kitabı, ilk romanların otobiyografik olma geleneğini sürdürerek karların badem ağaçlarında dinlendiği {Ne tesadüf!} bir sabahın peşinden giderek, bizi hayatının baharındaki bir genç adamla tanıştırır; ilk bölüm adeta zifiri geceden uyanış gibidir, romantik bir ruhun hayatla tanışmasının etkilerinin hissedildiği, şairlik hayallerinin Boğaz’ın sularının çalkantısına karıştığı bu ilk bölüm, zarif ve heyecanı elden bırakmayan bir geçişle, genç adamın yurt dışında yaşama hayallerini gerçekleştirmek yolunda attığı adımlara odaklanır. Önce pek de tanınmamış bir gazetede getir götür işlerine bakar, şiirlerini eşe dosta okur, sonra İstanbul’un arka sokaklarında haber avına çıkar; kitabın sonraki birkaç bölümü bu serüvenlerle doludur: Mahallenin fırınında çıkan yangını söndürmek için imece usulüne başvuran mahalleli, ceviz ağacının tepesinde mahsur kalan kediyi kurtarmak için ağacın bahçesinde bulunduğu eve bitişik evin çatısına çıkan, oradan bir martı gibi uçarak ceviz ağacına konan Yusuf adındaki çocuk, et fiyatlarına gelen ani zam hakkında Beşiktaş’taki et pazarı esnafıyla yapılan röportajlar ve birkaç tane daha önemsiz olay. Ahmet’in kahramanları daha o zamandan kıyıda köşede kalmış olanla alakadar olmaya pek heveslidir. Siyasetçilerin kasım kasım kasılarak aldıkları kararlara, verdikleri demeçlere, ülkenin yaşadığı ve tarihçiler tarafından önemli (!) bulunarak tarih kitaplarına almaya niyetlendikleri gelişmelere bu sayfalarda ve sonrakilerde asla rastlanmaz ki bu Ahmet’e sıkça yapılan eleştirilerden biridir. {Ah şu her şeyi bilen eleştirmenler!} Roman, hayata yavaş yavaş ısınan genç adamın İstanbul’dan kaçak olarak Marsilya’ya giden bir gemiye binmesiyle son bulur.] gözlerimde canlandı. Yoksa bir gemiye atlayıp da Fransa’ya gelen o delikanlı biraz önce sinemayı terk edip giden kişi miydi? Elbette, şöyle bir düşününce ikisi arasındaki ayrılıkların benzerliklerden çok olduğu görülebilirdi ama ben o akşam sinemada yurdundan gemiyle kaçan o delikanlıyı gördüm. [Yazarlar mı kahramanlarına benzer, kahramanlar mı yazarlarına?] Bir anlığına da olsa. Sonra Ahmet bizden gecemizi mahvettiği için özür diledi ama ben bu özrü pek de samimi bulmadım açıkçası.” [Bu sırada çilekli pastasından bir lokma aldı. Uzun uzun çiğnedi. Çiğnerken de beni inceliyordu. Bu tür durumlarda sıkça rastlandığı gibi araştırmayı yapan ipleri elinden bıraktığı an, araştırılan konumuna düşebilirdi. Nadide, bir şey soracak gibi oldu ama mahal vermeyip Paris günlerine geri dönmesini sağlayan bir soru daha sordum. Bir sigara yakıp devam etti, bana öyle geldi ki elleri hafifçe titriyordu.] “Bir gün dairemize döndüğümde Şerife’yi balkonun kenarındaki siyah deri sandalyeye oturmuş, mavi saksıdaki laleleri seyreder buldum. ‘Biliyor musun?’ diye sordu, ‘onu seviyorum’. Bunu bildiğimi, hatta herkesin bunu bildiğini söyledim, gülümsedim. ‘Ama bu beni korkutuyor’ dedi. ‘Neden?’ diye sorunca, bakışlarını lalelerden kaldırdı, ‘Bilmiyorum’ dedi.” [Ahmet’in güçlü kişiliğinin Şerife’ye kendi yıldızlarını koyabileceği bir gökyüzü bırakmamış olabileceği fikrine pek sıcak bakamayacağım; çünkü ancak bu türden güçlü kişiliklerdir ki birlikte oldukları kişileri de güçlü kılarlar, onları özgürleştirirler, o güne dek kendilerinde rastlamamış oldukları şeylere rastlamalarını sağlarlar; belki de şöyle demeliyim: Onları aynanın karşısına geçirir ve aynanın tozunu silerler. Nadide’nin de olan biteni anladığını biliyordum. Ahmet, sonradan keşfedeceğime göre bozulan sıhhati nedeniyle bir süre Baden-Baden’deki otellerden birinde dinlenmeye karar vermiş, hatta Şerife de onunla birlikte gitmek için davranmış, ama nedense Ahmet tek başına gitmiş. Dönüşünde artık farklı birisiymiş. Daha doğrusu bu konuda kendisine başvurduğum, Ahmet’in Paris’teki yayınevinin yöneticisi Maxim böyle söyledi ama bu söylenenlerin başka şekilde olmuş olması mümkün değil. Şerife, Ahmet için artık görevini tamamlamıştı. {Ahmet’in bu yaptığına ilk bakışta bencillik denebilir ama ikinci kitabı olan ‘Avludaki Heykel’den alıntılayacağım şu bölüm neden böyle olduğu konusuna birazcık da olsa açıklık getirmektedir: “Dışarıda bütün bir yaşam tüm zenginliğiyle devam ediyordu. Arabalar oradan oraya kornalar çalarak ilerliyor, insanlar kafelerde şen şakrak muhabbet ediyor, güvercinler çınar ağaçlarının çıplak dallarına adeta büyük bir aşkla konuyordu. Ezgisi kulaklara kadar gelen bu uyumlu şarkının içinde kendisini arayıp bulmaya çalıştı ama nedense çatılardan yansıyan süzülmüş öğle ışığının, mağazaların camekânlarında bir belirip bir kaybolan mor gölgelerin, tarhlarda dizilmiş lalelerin, inci beyazı bulutların kıvrımlarının müthiş bir ahenkle tamamladığı bu ezgide kendini yabancı hissediyordu. İşte, diye düşündü, bir ezgi sona eriyor benim için. Akşamüstü yürümekten yorulduğu zaman banklarında dinlendiği Luxembourg Bahçeleri’nde oyun oynayan ihtiyarları, yaz akşamları Le Bistrot’da üniversiteden arkadaşlarıyla uzun uzun tartıştığı çağdaş felsefeyi, Sacré-Cœur’daki teleskobun merceğinde ışıldayan Paris’in ona yeşiller içinde oyuncak bir kent gibi görünmesini düşündü. Bütün bu teferruat, usul usul akan bir nehrin akışına paralel bir şekilde derin müzikal cümleler halinde yükselen bir şarkıdan arta kalanlardı, işte. İçini bir sıkıntı kapladı. Kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. Oturduğu masadan kalkıp hesabı bile ödemeden kalabalığa karışmayı düşündü. Aniden tere batmış, ipekli gömleği sırılsıklam olmuştu. Bir bardak su içti, gazeteye göz atmayı denedi ama başaramadı. Sandalyesine iyice yaslanınca sırtı kalın paltosunun yumuşaklığıyla temas etti, onu unutmuştu. Dışarıda kış mevsimi yaşandığını hatırladı; pembemsi kar taneleri kafenin camına değer değmez solgun bir yanaktan süzülen gözyaşı gibi kaldırıma doğru süzülüyorlardı. İçini bir ürperme kapladı. Kaloriferlerin her daim yandığı sıcak mı sıcak dairesine döneceğini düşününce ürpertisi katmerlendi. Yeni bir ezgi, diye düşündü. Etrafımda dolanıp duran, sarmallar çizerek gökyüzüne doğru kanatlanıp kaybolan, sonra bir savaş anının en ölümcül bir noktasında fırlatılan bir mızrak gibi doğruca üstüme gelen bütün o ezgilere bir yenisi daha ekleniyor. Birazcık da olsa rahatlamıştı. Her şey yerli yerine oturuyor, en uçucu tüyler en ağır kayalara dönüşerek kendilerini buluyorlardı. Ve bu kendini buluştan hemen hemen her şeyi yeni baştan kurgulayan ve belki de hayatın devamlılığını sağlayan bir bilinçlenme ortaya çıkıyordu.”}] Ahmet, Baden-Baden’deki otelde “soylu” bir Türk ailesiyle ve onların yirmili yaşlarının başındaki “nadide bir çiçek gibi ortalıklarda dolanan” kızıyla tanışmıştı. [Buradaki soylu sözcüğünü kullanan saygıdeğer editör Maxim’in ne demek istediğini az çok anlayabiliyorum. Muhtemelen bu aile Cumhuriyet’in ilan edileceğini anlayınca padişaha olan bağlılıklarından ödün vermemek için yurt dışına kaçan ailelerden biriydi. Maxim’e bütün bunları kimin anlattığını sormadım. Ama anlatışından Ahmet’in söz etmiş olabileceğini çıkardım.] Kız oldukça zarif, kumral bir hanımefendiydi. Daha doğrusu dışarıdan böyle görünüyordu. Ahmet’le tanışınca yavaş yavaş ona gerçek yüzünü göstermeye başladı. Bir keresinde bir arkadaşına şöyle demişti: “Akıllı geçinen, çağdaş konular hakkında atıp tutan şu pek görgülü erkeklerin dört ayakları üstünde kuyruk sallamalarını görmekten daha zevkli ne olabilir ki?” [Bu cümleyi duyduğumda bu kadar açıkça bir saldırıya kurban giden Ahmet’in nasıl da savunmasız kalmış olabileceği aklıma geldi. Oysa bu kız onun hoşlanacağı bir tip değildi. Eski “soylu”! Aklım almıyor, hâlâ da alabilmiş değil. Çok sonradan bu hanımefendiyle karşılaştığımda, önce güzelliği karşısında büyülenecek, Berlin’de bir restoranda onunla buluşmuş yemek yerken, böyle bir kadının peşinden gitmemeyi göze alabilecek erkek sayısının dünyada bile bir elin parmaklarını geçemeyeceğini anlayacaktım. Çünkü Zarife {Onun için tuhaf bir isim!} sadece güzellik değildi, aynı zamanda bu güzelliğin bir erkeği çaresiz bırakacak şekilde ona sunuluşuydu. Hatta diyebilirim ki onun kendini size takdim edişi güzelliğinden bile önce geliyordu.] Sonrasında uzun uzun mektuplaşmışlardı. [Ahmet’in dairesinde, çekmecede bulduğum ve yakılmasını söylediği mektupların kimden geldiğini anlamam uzun sürmüştü. Şöminenin solgun ateşinde kıvranan zarfın adres yazılan yüzü bir an bana dönmüş ve ben Alman Posta İdaresi’nin damgasının hemen yanında Türkçe bir isim gördüğümü zannederek şaşırmış, sonra da bunun bir göz yanılması olduğuna hükmetmiştim. Ama sonunda elde ettiğim şeyin {Adı her neyse artık!} çektiğim zahmetlere değdiğini düşünmüştüm. Zarife’yle görüştükten ve sayfiye evlerinde bir öğleden sonra geçirdikten {Hâlbuki güneydeki bu sıcak kasabaya bir hafta sonu kalmak için davet edilmiştim; Zarife’nin annesi Şukufe Hanım çok ısrar etmişti; ben de bu ricasını kıramamış, –Ne kötü bir huy oysaki!– bu işkenceye boyun eğmek zorunda kalmıştım; fakat Ahmet’in son anlarını bağışladığı bu küçük hanımın yabancı dünyasından bir bahane uydurarak koşar adım uzaklaşmıştım.} sonra Berlin’den trene binmiş, Ahmet’in son kitabını tamamladıktan ve vefat etmeden hemen önce gezip durduğu Riviera’ya gitmek üzere yola çıkmıştım.] Nadide, bir sigara daha yakıp hiç konuşmadan, küllerini kül tablasına adeta vura vura içti. Mazinin insanları şekilden şekle sokacağı başlarda hiç aklıma gelmemişti. Ama Ahmet’in hayaletinin peşine düştüğüm bu yolda mazinin her seferinde baştan yaratılışına tanıklık ederken insanların gözlerinden geçip giden şeylerin en gerilerinde bir türlü doldurulamayan bir boşluk olduğunu sezmişimdir. Anlıyordum ki Nadide, Ahmet’e âşıktı. Ama kaderin cilvesi, sevdiği adamın bir başka kadınla yaşadığı aşka en yakından şahit olmasını sağlamıştı. Hoş, Nadide onları tanıdığında zaten birbirlerine deli gibi âşıktılar ama bunun şimdi hiçbir önemi yoktu. Nadide’nin kullandığı her sözcük, Şerife’nin onunla buluşmamızda sorularıma cevap vermeyerek yarattığı her boşluğun başka bir dildeki karşılığı gibi karşımda nefes alıp veriyor, inliyor, susuyor, kendi karşılığını arıyor, bununla yetinmiyor, kulaklarımda Şerife’nin kullandığı sözcüklerin yanına uğruyor, onlarla ilişkiye girmeye çalışıyor, başaramıyor, [Kısmen başarıyor.] rüzgârın kucağındaki bir yaprak gibi savruluyor, düşe kalka ilerliyor, gözü hiçbir şey görmüyor, sakınıyor, saklanıyor, en sonunda susuyordu. [Şerife’nin suskunluğuyla Nadide’nin lafazanlığının aynı kaynaktan beslenmiş olabileceğini belki de o an anlamış bulunuyordum. Ahmet’in varlığının yörüngesine girip çıkan her kadında olduğu gibi ikisinde de {Nadide’yi de bu kadınlardan sayabileceğimizi sanıyorum.} çarpık bir etkilenişin izleri ayan beyan okunabiliyordu.] Hayır, o hiçbir zaman kadınlar için önde gelen bir yazar olmayı düşlemedi; onları sahiplendi, sahiplenmeye çalıştı. [Bu sözlerimi duysa bana okkalı bir küfür savururdu, sanırım!] Çünkü o en hasından bir yazardı ve bu türden bir sanatçının sıradan erkeklerin bile pek başarılı olamadığı bir konuda [Üçüncü kitabının arka planında dolanıp duran erkek kahramanının amansız bir kadın avcısı olmaya çalışırken nasıl çuvalladığını hatırlatmak isterim.] başarılı olmaya çalışması kısmen acınacak bir durumdur. Bunda sanatçının yaşamı olduğu gibi kucaklamaya çalışmasının bir etkisi olduğu söylenebilir. O, ülkelerle, tarihin amansız akışı içindeki şeylerle ilgilenmedi; biliyordu ki Babil’de olmuş bitmiş olan şimdi de olup bitmektedir. Persepolis, insan kaderinin masmavi gökyüzü altındaki bir yansımasından başka bir şey değildir; İstanbul, Boğaz tarafından ikiye ayrılmış bir şekilde inlemektedir, Paris ha keza. Ama bütün bunların arkasında, onun yaşama çok daha yakın olduklarını hissettiği şeylerin insanı umursamayan dansı süregider. İşte, Ahmet’in bütün yazdıklarında, en siyasi, en güncel, en çağdaş olanlarında bile devam eden damar bu damardır. Babil’deki kadın Persepolis’teki kadına, İstanbul’daki kadın Paris’teki kadına görünmez ilmeklerle bağlanır. Bu ilmeklerin oluşturduğu desen, yaşamın bir araya getirdiği şeylerin oluşturduğu desenden başkası değildir. Ahmet, belki de tamamen sanatçılara has bir içgüdüyle hayatına giren kadınlara karşı korumacı davranmıştır. Fakat onun güçlü dünya görüşünün kendini reddettiği yer tam da burası: Bu yaşam döngüsü asla tahmin edilemeyeni her zaman bir olasılık olarak içinde bulundurur. Nitekim öyle de olmuştur. Ahmet’in insan deneyimine [Ama özel bir şekline!] karşı beslediği olağanüstü hayranlık, Zarife’yle karşılaştığında doruğuna ulaşmıştır ve bu hayranlık sanatçının en korumasız olduğu o ana denk gelmiştir: Şeylerin bilincine varmaya çalıştığı sırada. Zarife, onun için yepyeni bir şeydir. Bu gencecik kızın kimseye ihtiyacı yoktur. O başka türden bir kadındır. [Zarife’nin bu gücü nereden aldığını halen anlayabilmiş değilim. Kuşkusuz Cumhuriyet’ten rüyalarındaki hayatı çaldığı için nefret ediyordu. Yalılarda geçecek bir hayat bir anda sürgünde çırılçıplak bir hayata dönüşmüştü. Babasının gücü ve serveti bu hayatı dünyadaki çoğu insan için rüyalarla kıyaslanabilecek bir hayata dönüştürmüştü ama sanırım Zarife, yaşadığı toprakların kraliçesi olmak isteyen masallardaki kötü kalpli kadınlara benziyordu.] Ülkelerinden farklı nedenlerle kaçmış olan bu iki insanın karşılaşmasının bir çekim alanı yaratmış olması muhtemel. Ama görünen o ki bu çekim alanına kapılıp giden yalnızca Ahmet olmuş. Zarife üstün bir irade göstererek [Belki de yalnızca Ahmet’i sevmeyerek.] bu alandan kaçmayı başarmış ve ebediyen Ahmet’in gönlünü çalmış. Ahmet’in sonradan Zarife tarafından sınanan müphem gücünün [Bu gücün yayıldığı alanı keşfetmek için sonradan belki de binlerce kilometre yol yapmam gerekecekti.] bir benzeri belki bende yoktu ama yola çıkışımın en başında, yaşanmış bir hayatı baştan yaşamanın nasıl bir şey olduğunu kendi kendime sorduğumu hatırlıyorum. Sonra bunun saçma olduğunu düşünmüştüm. Çünkü yaşanmış bir hayat bir daha asla yaşanamaz [Buna gerçekten inanıyor muyum?]: Şerife’nin gölgelere bürünmüş ağzından dökülenler, Maxim’in şuradan buradan duyarak bana anlattığı Baden-Baden macerası, Nadide’nin titreyen elleri, yaşlı ebenin sokaktan geçenleri seyrederken gözbebeklerinde adeta belleğindeki aydınlanmanın bir yansıması gibi beliren ışıltı, çok sonraları Ahmet’in ne yaptığını kimsenin bilmediği o on beş gün zarfında nasıl bir maceraya sürüklendiğini keşfedebilmek için Paris’ten rastgele trene atlayışım ve soluğu kent dışındaki küçük bir kasabadaki lavantalarla bezeli bir otelde alışım, o otelde birkaç gece kalışım, Ahmet’in romanları hakkında yerel ve yabancı basında çıkan eleştiriler, yazdıkları, yayımladıkları, yayımlamadıkları, yazdıklarından yakılmasını istedikleri, başkalarının yazdıklarından yakılmasını istedikleri ve daha bir sürü şey ki bunlar ancak bir kitapta bir araya getirilebilecek genişlikte bir malzeme. O, bunların neresinde başlıyor, neresinde sona eriyor, hangi noktada kudretini toplayıp yeniden atağa kalkıyor, nerede soluklanıyor, nerede Ahmet olmaya başlıyor, nerede Ahmet olmanın yükünden yorulup kendi adımlarını takip ederek başka bir hayatın patikasına giriyor? İtiraf ediyorum: Dairesindeki şöminede alevleri seyrederken, masasına oturup yazmanın, mavi fayanslarla kaplı banyosunda küvete yarım şişe Fransız parfümü boşaltıp yıkanmanın, kaplıcadaki havuzdan sisler arasında çıkıp gelen bir perinin, Nadide’nin elmacık kemiğinin üzerindeki beni uzun uzun seyretmenin [Belki de bir kez olsun dikkat etmemişti.], Şerife’ye kafasındaki sahneyi şiddetli bir fırtına gibi dikte etmesinin neye benzediğini hayal ettim, hem de defalarca. Bunlar masum hayaller. Ama bütün bunların yaşandığı yerlerde gezinip dururken, nefes alıp verirken, yiyip içerken, mektupların çıtır çıtır yok oluşunu izlerken, Nadide, bir Ahmet’ten girip bir başka Ahmet’ten çıkarken [Bunlar hep ileriki satırlarda olacak şeyler!], Maxim, Ahmet’in karşılıksız aşkında hiç tanımadığı bir Ahmet’i bulurken ben ne yapabilirdim ki? Badem ağaçlarının çıplak dalları misali çatallanarak sağa sola saçılan şeylerin ortasında, ne yöne gideceğini bilemez bir halde, şöminenin karşısında yılgın oturuyordum. Sonra uyuşmuş bacaklarımın ağrısına aldırmadan kalktım, masadaki deri kaplı defteri açıp yazmaya başladım: “Ahmet Sipahi, badem ağaçlarının…”)

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar